
İsa aleyhisselâm otuz yaşında iken İsrail Oğullarına peygamber olarak vazifelendirildi. Hazreti Allah bu büyük peygamberinin gelişini Kur'ân'ında meâlen şöyle beyan ediyor:
«Habîbim, Meleklerim Meryem'e şöyle dediklerini de an: Ey Meryem! Allah sana kendi tarafından bir kelime, bir mucize olarak vücud bulacak bir çocuk müjdeler. Onun adı Meryem oğlu Mesîh isa'dır. Bu çocuk sana dünyada ve âhirette şerefli ve Allah'a yakınlardan olarak verildi. O, beşikte iken mucize olacak ve yaşı kemâle erince peygamberlik iktizasınca halka hitâb edecek, aynı zamanda sahillerden olacak. Meryem:
— Rabbim! Benim için bir çocuk nasıl olabilir ki, bana hiç bir insan dokunmadı ? diye cevap verdi. Allahü Teâlâ:
— Hakîkaten öyledir. Ancak Allah neyi dilerse onu yaratır. O bir şeyi murad edince ona, sâde: Ol! der, o da hemen oluverir. Hem Allah ona yazı öğretecek ve eşyaya vukuf, Allah'a ibâdet öğretecek. Tevrat ve incil öğretecek, İsrail Oğullarına da yüce bir peygamber kalacak. Bu suretle ki, İsa onlara: Ben size Rabbiniz tarafından peygamberlik deliliyle geldim. Emin olunuz ki, ben size çamurdan kuş kılığı gibi bir şey düzerim ve içine liflerim de Allah'ın izniyle derhal bir kuş oluverir. Yine Allah'ın izniyle anadan doğma körü ve abraşı iyi ederim, ölüleri de diriltirim. Evlerinizde ne yiyor ve ne biriktiriyorsanız size haber veririm. Ey İsrail Oğulları! Eğer siz imân etmek isterseniz bu haber verdiğim mucizelerde elbette size kanaat verecek kat'î bir delil vardır.»
Hazreti isa'nın ilk imân eden seçkin talebelerinden on iki kişilik ve kendilerine «havariler» denilen bir grup vardı kî, bunlar Allah'ın dinini yaymak için yer yüzüne dağılmışlardı. Kendilerine «İsa'nın Elçileri» de denilirdi. Hazreti İsa bunları yer yüzüne yaymıştı ki, Batris ve Pavlos Roma'ya, Endiravs ve Mettâ ahalisi insan yiyen arza, Bukas Babil'e, Filibs Kartaoa yani Afrika'ya, Yuhanna Eshâbı Kehf'in köyü olan Efsus'a iki Yakublar Beyt-i Makdis'e, Ibni Büleymin Hicaz arzına, Testemir Berber arzına ve havalisine vazifelendirilmişti. İsimlerde rivayetlere göre değişiklikler vardır.
Mettâ incil'inin onuncu babında havariler hakkında şöyle denilmektedir:
«Ve (Hazreti İsa) on iki talebesini yanına çağırıp temiz olmayan ruhlar üzerine onları çıkarmaya ve her hastayı, her hastalığı gidermeye dair onlara kudret verdi. O gönderilen on ikilerin isimleri şunlardır: Eatris ismi verilen Şem'un ile kardeşi Endravs, Zibidi oğlu Yakub ile kardeşi Yuhanna, Filibs, Bertolmavs Torna, gümrükçü Mettâ, Halfi oğlu Yakub Tedavs lakaplı Lebaüs Fanvi Şem'un ve onu ele veren Isharyoti Yehudâ, İsa bu on ikileri gönderip onlara tenbih ederek dedi ki:
— Taiflerin yoluna gitmeyiniz ve Samirîlerin bir şehrine girmeyiniz. Bundan ise İsrail beytinin kaybolmuş koyunlarına varınız ve vardığınız zaman da «Melekûtüssemavât yaklaşmıştır» diye vaaz ediniz, hastalara şifâ veriniz. Cüzzamlıları temizleyiniz, cinleri çıkarınız, karşılıksız aldığınızı karşılıksız veriniz. Kemerlerinizde ne altın, ne gümüş, ne bakır ve yol için ne dağarcık, ne entari, ne ayakkabıları, ne de âsâ temin etmeyiniz. Zira işçi kendi yiyeceğine lâyıktır. Hangi şehire ve köye giderseniz onda kimin lâyık olduğunu sorup, çıkıncaya kadar orada kalınız ve haneye girdiğinizde ona selâm veriniz. Eğer o haneye lâyık ise selâmınız onun üzerine gelsin ve eğer lâyık değilse selâmınız size geri dönsün ve sizi her kim kabul etmeyip sözlerinizi o haneden yahud o şehirden çıktığınızda ayaklarınızın tozunu silkiniz. Hakikaten ben size derim ki, ceza gününde Sedum ve Gamure diyarının hali o şehrin halinden ehven olur. İşte ben sizi koyunlar gibi kurtlar arasına gönderiyorum. Şimdi yılanlar gibi akıllı güvercinler gibi sâdedil olunuz, ancak adamlardan sakınınız. Çünkü sizi millet meclislerine teslim edîp Sinagoglarda dövecekler, hem de benim için onlara ve taifelere şehadet olmak üzere hâkimler ve hükümdarlar huzuruna çıkarılacaksınız. Şimdi sizi teslim ettikleri zaman nasıl ve ne söyleyelim diye endişe etmeyiniz. Çünkü ne söyleyeceğiniz size o saatte verilecektir. Zira söyleyenler siz değilsiniz, sizde söyleyen pederinizin ruhudur. Ve kardeş kardeşi, peder evlâdı ölüme teslim edecek ve evlâd anne - baba aleyhine kalkışıp onları öldürecekler ve ismim için cümle tarafından buğz olunacaksınız. Ancak kim sonuna kadar tahammül ederse o halâs bulacaktır. Size bir şehirde tecavüz ettikleri takdirde diğerine firar ediniz. Çünkü hakikaten size derim ki, insanoğlu gelinceye kadar İsrail şehirlerinin devrini tamamlayacakdınız. Talebe muallimine ve kul efendisine üstün değildir. Talebeye muallimi gibi ve kula efendisi gibi olmak kâfidir. Hane sahibine balezbul dedikleri halde onun hanesi halkına ne kadar ziyade diyeceklerdir. Şimdi onlardan korkmayınız. Çünkü keşfolunmayacak gizlilik ve bilinmeyecek gizli bir şey yoktur. Size karanlıkta dediğimi aydınlıkta söyleyiniz ve kulağınıza söyleneni damlar üzerinde ilân ediniz ve canı öldürmeye kaadir olmayıp cesedi öldürenlerden korkmayınız. Lâkin hem canrhem de cesedi Cehennem'de helak etmeye kaadir olandan korkunuz. .»
Hazreti isa'nın İsrail Oğullarını ve diğer kavimleri irşad için bir çok mucizeler göstermesine rağmen, onlar Hazreti Zekeriyya ve Hazreti Yahya'dan sonra bu yüce peygamberi de ortadan kaldırmak için suikast plânlan hazırlıyorlardı. İsa aleyhisselâm bu durumdan haberdar bulunuyordu, ancak ilâhî emrin tecellîsini beklemekteydi.
Ibn-i Abbas'tan nakledilen bir rivayete göre, Allahü Teâlâ Isa aleyhısselâmı bu zalimlerin elinden Semâya ref'etmek murad ettiği vakit, Hazreti Isa eshabına çıktı. Onlar on iki kişi bir evde bulunuyorlardı.
Allah'ın Resulü o evde bir menbâdan onların karşısına çıktı, başından su damlıyordu da:
— içinizden birisi yakında bana on iki defa küfredecek, dedi. Sonra da benim benzerim kendi üzerine bırakılıp da benim yerime katlolunacak ve benimle beraber benim derecemde bulunacak hanginiz? diye sordu. Yaş bakımından en tazelerinden bir genç «ben!> dedi. Ona «otur!» dedi. Sonra yine aynı şeyi tekrarladı, yine o genç kalkıp «ben!» dedi. Hazreti îsa da «Evet, sen o benim dereceme ulaşacak olansın!» dedi. Bunun üzerine o gence Hazreti îsa'nın benzeri bırakıldı ve îsa aleyhisselâm evdeki bir pencereden Semâya ref'olundu. Derken Yahudilerden Hazreti îsa'yı öldürmek için arayanlar geldi ve onun benzerini tutup öldürdüler, çarmıha gererek idam ettiler. Bazıları Hazreti isa'ya imân etmiş iken on iki defa inkâr ettiler
Bu hususta muhtelif rivayetler vardır, ancak kat'î olan Hazreti isa'nın kâfirler tarafından katlolunmayıp Semâ'ya ref'olunduğu ve düşmanlarının bu işi yapmaları hususunda bir benzetme ve şüpheye düşmüş olmalarıdır. Hakikatini Allah bilir.
Havarilerin dinî tebliğleri üzerine İsrail Oğullarından bir taife imân şerefine erişti ve dine yardımcı oldu. Diğer bir taife de küfre dalıp gitti. Neticede Allahü Teâlâ imân edenleri, düşmanlarına karşı kuvvetlendirdi.
Hıristiyanlar Hazreti Isa hakkında «ilâh, Allah'ın oğlu ve teslis = üçleme akidesi» gibi müfrit telâkkilere saplanmışlardır ki Allahü Teâlâ bunu Yüce Kitabında meâlen şöyle beyan buyurmaktadır: «Ey incil'e imân edenler, dininizde hadden aşırı gitmeyiniz!. Ve Allah'a karşı haktan başka şirk ifade eden sakın bir şey söylemeyiniz. Hakikat şudur ki: Mesih, Allah değil Meryem'in oğlu isa'dır, Allah'ın Resulü, Allah'ın tekvini bir emirle Meryem'in rahmine bıraktığı bir kelimesi ve Allah'dan sadır olan «Ol!» emriyle vücud bulmuş bir ruhtur. Şu halde ey îsa ümmeti! Siz Allah'ın birliğine ve O'nun Peygamberlerine inanınız da, üçtür demeyiniz! Teslisten çekininiz! Sizin için çok hayırh olan Tevhide inanınız! Hiç şüphe etmeyiniz ki, Allah, bir tek ilâhtır. O'nu, oğul sahibi olmaktan tenzih ederim. Göklerde ve yerde her ne varsa hep O'nundur. Bunları idare etmeye Allah'ın gücü yetişir! Oğulun, uşağın yardımına muhtaç değildir, Mesih ise Allah'ın kulu olmaktan ebedî arlanıp çekinmezler. Allah'a yakın olan Melekler de kulluktan çekinmezler. Şimdi her kim Allah'a kulluktan çekinir de kibirlenirse, iyi bilmelidir ki, Allah yarın onları toptan divânına toplayacaktır.»
Teslis, Hıristiyanlığın üç ilâh kabul etme akîdesidir ki, bunlar: Allah, Mesih ve Meryem'dir. Tevhidin, birliğin zıddı olup açık bir şirktir. Daha sonra buna felsefî bir şekil verilerek: Baba, Oğul, Rûhü'l Kudüs; yahut Uknum olarak te'vil ile bir cevhere irca etmişlerdir ki, bu da te'villi bir şirktir. Yine Kur'ân-ı Kerim'e kulak verelim:
Hazreti Allah İsa aleyhisselâm'a:
— Ey Meryem oğlu İsa! «Beni ve anamı, Allah'dan başka iki ilâh tanıyınız,» diye halka sen mi söyledin.? diye sorduğu zaman Isa:
— Allah'ım! Seni şirkten tenzih ederim, ulûhiyet ibadet ortağından uzak tutarım. Kendim için hak olmayan bir sözü söylemekliğim bana düşmez. Şayet onu ben söylemiş olsam gereği gibi onu bilmiş olacaksın. Sen, benim gönlümdeki saklı şeyi bilirsin, halbuki ben zâtindekini bilmem. Çünkü Allah'ım! Sen, bütün gayıpları bilirsin. Ben onlara yalnız bana söylenümesini emir buyurduğun şeyi söyledim. Benim Rabbim, sizin de Rabbiruz olan Allah'a ibadet ediniz! dedim. Ben içlerinde bulunduğum sürece onlar üzerinde dikkatli bir murâkıb oldum, müşrikçe sözlerden uzaklaştırdım. Ne zaman ki beni içlerinden Semâ'ya aldın, üzerlerinde yalnız Sen murâkıb bulundun. Sen de her şeye tamamiyle şahiddin! Onların hallerine, sözlerine vâkıfsın! Şimdi eğer onlara azâb edersen, itiraz edilmez. Çünkü onlar şüphesiz kullarındır. Eğer mağfiret edersen, bu âciz sayılmaz. Çünkü Sen elbette Azîz'sin, Hakîm'sin!»
(Mâide, Nisa ve Âl-i İmran Sûreleri)
Kaynak: Hikaye-Öykü-Masal Arşivi: www.hikayearsivi.net
|

Yunus aleyhisselâm, Allahü Teâlâ tarafından Asur medeniyeti merkezlerinden Ninova ahalisini doğru yola davet için memur edilmişti.
Ninovalılar büyük bir şer ve fesad içerisinde olduklarından Allah'ın elçisinin sözlerine kulaklarını tıkadılar. Hz. Yunus bunun üzerine çok gadaplandı, kızdı ve Allahü Teâlâ'dan izin gelmesini beklemeden orayı terkedip kaçtı, Yafa'ya geldi, sahiplerinin Tersis'e gitmek istedikleri bir dolu gemi buldu, ücretini verdi ve gemiye bindi.
Yolculuk devam ederken büyük bir fırtına koptu, dalgalar çoğaldı; gemi batacak hale geldi. Gemiciler telâşa kapıldılar, gemiyi hafifletmek için ağır eşyaları denize atmaya başladılar. O sırada Yunus aleyhisselâm da geminin altına inmiş uykuya dalmıştı. Kaptan durumdan haberdar edip
- «Rabbına dua et, ola ki bizi bu halden kurtarır da helak etmez» dedi. Gemidekiler,
- 'Bize bu felâket kimin sebebiyle geldi? Bunu bilmek için aramızda kur'a atalım', dediler, Atılan kur'a Hz. Yunus'a düşmüştü, bunun üzerine;
- «Anlat bize, sen ne yaptın, nereden gelip nereye gidiyorsun, hangi köyden hangi soydansın?» dediler. O vakit onlara
- «Ha ben karayı ve denizi yaratan göklerin ilâhı Rabbın kuluyum» dedi ve başından geçen hâdiseyi anlattı. Onun üzerine gemidekiler çok korktular ve «Niye öyle yaptın?» diye kendisini ayıpladılar. Sonra ona,
- «Bu denizin durulması için sana ne yapalım?» dediler. Yunus aleyhisselâm da
- «Beni denize atın fırtına durur, çünkü bu büyük fırtına benim için oldu» diye cevap verdi. Adamlar buna rağmen gemiyi karaya çekmek istediler, muvaffak olamadılar. Nihayet Hz. Yunus'u tuttular, gemide bulunanların kurtulması için kendi rızasıyla denize attılar, derhal deniz duruldu. Ve büyük bir balık, Allahü Teâlâ'nın emriyle Hz. Yunus'u yuttu.
Yunus aleyhisselâm balığın kanunda hatasını anladığı, Rabbından izin almadan kavmine kızıp kaçtığı için kendini çok ayıplıyor, kınıyor, pişman oluyor;
- «Allahım, senden başka ilâh yoktur, tesbih(zikir) ancak sanadır, muhakkak ki ben haddini aşanlardan oldum.» diye nida ediyordu. Fakat sadece burada değil, öteden beri Rabbına teşbih ile zikredicilerden olduğu için balığın karnında üç gün üç gece kaldı ki, bu Allahü Teâlâ'nın bir peygamberini hapsedişinin bir ifadesiydi.
Allahü Teâlâ'yı öteden beri teşbih ettiği için mahlûkatın tekrar diriliş gününe kadar burada kalması mümkün iken, kalmadı ve böyle kısa bir müddetten sonra yine Allahü Teâlâ'nın emriyle balık tarafından açık, boş bir sahaya bırakıldı.
Yunus aleyhisselâm balığın karnından karaya çıktığı zaman hasta bir halde idi ve Allahü Teâlâ kendisine bir siper olarak, üzerinde bal kabağı cinsinden bur bitki bitirdi, orada istirahat etti. Daha sonra kaçtığı kavmine hakkı bildirmesi için tekrar memur edildi ki, onların nüfusu yüz bini geçiyordu. Hz. Yunus kavmini Allah'ın azabını haber vererek îmana davet etti. Onlar da bunun üzerine yeis halinde îman ettiler ve bir zamana kadar ömür sürdüler.
Hz. Yunus kıssasında dikkate şayan bir husus vardır ki, o da yeis halinde îmanın makbul geçmesi, yalnız Yunus aleyhisselâmın kavmine mahsus olmasıdır.
(Yûnus Sûresi)
Kaynak: Hikaye-Öykü-Masal Arşivi: www.hikayearsivi.net
|

Nuh aleyhisselâm, Hazreti îdris'den sonra yer yüzündeki insanlara, kendilerini irşad etmek üzere Allahü Teâlâ'nın gönderdiği büyük bir peygamberdir. Hazreti Nuh'a ait haberler Kur'ân-ı Kerîm'in yirmi sekiz yerinde zikredilmiştir ki, bunlardan birisi müstakil bir sûredir.
Allahü Teâlâ, bir hakikat olarak Nuh aleyhisselâmı kavmine bir Peygamber olarak gönderdiği vakit o, kavmine:
— Ey kavmim! Allah'a ibadet edin!. O Allah ki, sizin için O'ndan başka kendisine ibadet edecek, kullukta bulunacak hiç bir ilâh yoktur. Emin olunuz ki, Allah'ı tanımadığınız takdirde üzerinize büyük bir günün azabının gelmesinden korkuyorum, dedi.
Allah'ın Resulünün bu dâvetine karşılık, kavmin ileri gelenlerinden bir güruh:
— Ey Nuh, her halde biz, seni çok açık bir sapıklık içinde görüyoruz, dediler.
Hazreti Nuh da kendilerine:
— Ey kavmim! Bende bir sapıldık yoktur. Ancak ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim. Size Rabbimin haberlerini, emirlerini tebliğ ediyorum. Size öğüt veririm ve sizin bilmediğiniz şeyleri Allah'dan ilham olunduğu gibi bildiriyorum.
— Ey kavmim! Beni niçin yalanlarsınız? Yoksa içinizden sizi korkunç bir âkibetten korumak, sizin de korunup rahmete erişmeniz için Rabbiniz tarafından bir kimseye vahiy, peygamberlik gelmesine şaşar ve inanmaz mısınız?.
Bu sözleri üzerine Nuh aleyhisselâmı yine yalanlamaya devam ettiler ve dediler ki:
— Ey Nuh! Biz seni, ancak bizim gibi bir beşer görüyoruz. Sana uyanları da ilk bakışta en rezillerimiz olan kimselerden ibaret görüyoruz. Sizin bize fazla bir meziyet ve üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Belki biz sizi yalancı sayıyoruz.
Nuh aleyhisselâm irşadına devam ederek:
— Ey kavmim! Açıkça söyleyin, eğer ben Rabbim tarafından verilmiş bir delili hâiz isem ve bana, Rabbim kendisinden bir rahmet vermişti, size onu görecek göz vermeyip kör olarak bırakmış ise, biz size onu görmek istemediğiniz halde zorla kabul mü ettireceğiz zannediyorsunuz?. Hem ey kavmim, ben bu irşadıma karşılık sizden bir mal da istemiyorum. Benim ücretim ancak Allahü Teâlâ'ya aiddir. Ve ben, o iman edenleri kovucu da değilim. Elbette onlar Rablerine kavuşacaklar. Fakat sizi de ben, cahillik eden bir topluluk olarak görüyorum. Hem ey kavmim, ben bunları kovarsam, bana kim yardım edip Allah'tan beni kurtarabilir? Bunu bir defa düşünmez misiniz?. Ben size, ne Allah'ın hazineleri yanımdadır, ne de gaybî bilirim demiyorum. Ben muhakkak meleğim de diyemem. Yine ben, gözlerinizin hor gördüğü o kimseler hakkında «Allah onlara hiç bir hayır vermez» de diyemem. Zira onların vicdanlarındaki îmanı en iyi bilen Allahü Teâlâ'dır. Böyle halde bulunmuş olsam ben, şüphesiz haddini aşanlardan olurum!, dedi.
Buna karşılık Nuh aleyhisselâmın kavmi:
— Ey Nuh! Sen bize karşı hakikaten husûmette bulundun. Bize husûmetini fazlalaştırdın. Eğer sözünde doğru isen, bizi tehdid ededurduğun azabı hemen bize getir, dediler.
Hazreti Nuh:
— Onu size, ben değil, dilerse Allahü Teâlâ getirecektir. Siz onu âciz bırakacak değilsiniz. Ben size ne kadar öğüt vermek istedimse de, Allahü Teâlâ sizi helak etmeyi murad etmişse benim nasihatim size hiç fayda vermez, iyi biliniz ki, Allah Rabbinizdir, en sonunda çaresiz ona döneceksiniz!, dedi.
Kâfirler:
— Ey Nuh! Yoksa o azabı sen mi uydurdun? diyorlardı. Hazreti Nuh da:
— Eğer ben uydurdumsa günahı bana aittir. Halbuki ben, sizin yüklemek istediğiniz suçtan her halde uzak bulunuyorum, dedi.
Bunıın üzerine Nuh aleyhisselâma Hazreti Allah tarafından vahyolundu ki:
—- Kavminden şimdiye kadar îman edenlerden başka hiç birisi îman etmeyecektir. Binaenaleyh işlemekte oldukları fenalıklardan dolayi sen endişelenme de, bizim nezaretimiz altında ve vahyettîğimiz talimat dairesinde gemi yap!. O zulmedenler hakkında şefaatçi de olma! Çünkü o zalimler muhakkak batırılacaklardır.
Bu ilâhî emir üzerine Nuh aleyhisselâm gemiyi yapmaya başlamıştı. O bu işle meşgul olurken kavminden her hangi bir imansızlar güruhu yanından geçtikçe, kendisiyle alay ederler, «Hani peygamberim diyordun, işi marangozluğa bozdun» diye eğlenirlerdi.
Hazreti Nuh da kendilerine:
— Siz benimle eğleniyorsunuz; sizin şimdi eğlendiğiniz gibi biz de ilerde sizinle eğleneceğiz!. Kime perişan eden bir azâb gelecek ve daimî bir azâb kimin başına inecektir, ilerde, görürsünüz! diye cevap verirdi.
Nihayet Allahu Teâlâ'nın emri geldi ve gemi hareket edip yer yüzünden su kaynayıp fışkırmaya başladığı zaman Allahu Teâlâ Nuh aleyhisselâma:
— Şimdi geminin içine her çift erkek ve dişiden iki tane, bir de aleyhinde hüküm geçmiş bulunan oğlundan başka aileni ve îman edenleri yükle! buyurdu. Bununla beraber Hazreti Nuh'a insanların pek azından başka kısmı îman etmemişti.
O zaman Nuh aleyhisselâm gemiye binecek olanlara:
— Haydi mecrasında da, mersâsında da, Allah'ın ismini anarak gemiye bininiz! Rabbim muhakkak Gafûr'dur, Rahîm'dir, dedi.,
Artık gemi, içindekilerle beraber dağlar gibi dalgalar içinde akıp gidiyordu.
O sırada Hazreti Nuh, ayrı bir yere çekilmiş olan oğluna da:
— Ey oğulcağızım, gel benimle bin! Kâfirlerle beraber olma! diye seslendi. Oğlu:
— Beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım! diye cevap verdi. Hazreti Nuh:
— Bugün Allah'ın emrinden koruyacak bir şey, rahmetinden baş-'ka yoktur! dedi ve derhal âsî oğul dalga aralarına giriverdi. Böylece o da boğulanlardan oldu.
Tufan tamam olunca Allahü Teâlâ tarafından:
— (Yere:) Ey arz suyunu yut!, (Göğe de: ) Ey semâ suyunu kes! emri verildi. Ve su çekildi, emir de yerine getirildi. Gemi de Cûdî dağı üzerine oturdu. O zalim kavme de «uzaklaşın!» denildi.
Nuh aleyhisselâm Rabbine nida ederek:
— Ey Rabbim! Oğlum tabiî benim âilemdendir. Hiç şüphesiz Senin va'din de haktır. Ve sen hâkimlerin üzerinde isabetle hükmedersin! dedi.
Allahü Teâlâ:
— Ey Nuh! Kâfir oğlun senin ehlinden değildir. O, salih olmayan kötü iş sahibidir. Binaenaleyh hakikatine ilmin erişmediği şeyi benden isteme!. Ben seni câhillerden olmaktan men'ederim! buyurdu. Nuh aleyhisselâm:
— Rabbim! Hakikatini bilmediğim şeyi istemekten sana sığınırım!. Allah'ım! Yoksa sen beni mağfiret etmez ve bana merhamet etmezsen, ben dalâlete düşenlerden olurum! diye niyazda bulundu.
Bunun üzerine Allahü Teâlâ tarafından:
— Ey Nuh, bizden sana ve mâiyetindekilerden üreyecek bir çok Ümmetlere selâm ve bir çok bereket ile gemiden in!.. Bir çok ümmetleri de ilerde dünyâ malıyla faydalandıracağız da sonra küfürleri sebebiyle onlara tarafımızdan elem verici bir azab dokunacaktır! buyuruldu.
Kırk yaşında Allah Elçiliği vazifesini yüklenen Nuh aleyhisselâm, kavmi içerisinde bu mukaddes vazifesini tufan hadisesine kadar tam dokuz yüz elli sene devam ettirdi.
(Hûd, Nuh ve A'râf Sûreleri)
Kaynak: Hikaye-Öykü-Masal Arşivi: www.hikayearsivi.net
|

Hazreti Yakub'un nesli olan îsrail Oğulları Yusuf aleyhisselâm Mısır'da vezir olduktan sonra buraya gelmişler ve onun yanında toplanmışlardı. Zamanla çoğaldılar ve sayıları yüzbinleri aştı. Mısır'da mal, mülk ve geniş arazilere sahip oldular. Bunların bu derece nüfus ve mal bakımından kuvvetlenmeleri o zaman Mısır'a hükmeden Firavun Kâbus bin Mus'ab'ı kendi geleceği için endişelere sevketmişti. Bu endişe ile îsrail Oğullarının bütün arazilerini ellerinden gasbedip kendilerinin karın tokluğuna çalıştırılmalarına bir nevi köleleştirilmelerine karar verdi.
Firavun bu tedbirlerle uğraşırken kâhinlerden biri, kendisine şöyle bir haber verdi:
— İsrail Oğullarından bir çocuk dünyaya gelecek ve senin saltanatın ve devletin onun eliyle son bulacak!
Bunun üzerine Firavun, İsrail Oğullarından doğacak her erkek çocuğun öldürülmesine dair emir verdi ve bu iş için hususî vazifeliler tâyin etti. Bu adamlar, yeni doğan erkek çocukları araştırıp bulurlar, mutlaka öldürürlerdi. Bu sırada annesi, Hazreti Musa'yı dünyaya getirdi. Fakat bu nurtopu gibi yavruyu Firavun'un adamlarının öldürmesinden çok endişeliydi. Musa Aleyhisselâmın doğumundan sonra Hazreti Allah tarafından annesine, bu çocuğu endişe etmeden emzirmesi, eğer ilerde çocuk için bir fenalık hissederse ,onu bir sandık içerisinde Nil nehrine bırakıp mahzun ve mükedder olmaması ve çocuğu kendisine iade edilip büyüdüğünde ona peygamberlik rütbesi verileceği ilham yoluyla vahyedilmişti. Bu hal içerisinde annesi Hazreti Musa'yı üç ay emzirmiş ve sonra vahiy mucibince bir sandık içerisine yerleştirerek büyük kızına verdi ve onun vasıtasıyla Nil nehrine bıraktırdı bir taraftan da ona tenbıh etmişti:
— Kardeşinin izini takip et, ne olduğundan bir haber getir!
Hazreti Musa'nın kız kardeşi de onu, Nil'in sularında uzaktan takip etti ve sandığı nehir kenarında bulunan Firavun'un sarayından aldıklarını gördü. Firavun'un adamları ise bunun bu şekilde takip edilip görüldüğünden haberdar değillerdi.
Fakat Hazreti Musa'nın annesi, kızı gelip kendisine durumu haber verinceye kadar ne olup bittiğinden hiç haber alamayarak hayretten ve dehşetten gönlüne hiç bir şey girmiyor, aklı sıfıra inmiş bir halde bekliyordu da, az daha bu telâş ile haber alacağım diye yaptığını sezdirecek, Hazreti Musa'nın durumunu ifşa ediverecekti.
Allah (C.C.) Hz. Musa'nın annesinin kalbine rabıta verdi. Cenab-ı Hak, Zatının nurunu onun kalbine akıttı da rahatladı ve endişesi izale oldu. Kızı gelip durumu kendisine haber verdi. Kızı da sarayda hizmetçi olarak çalışıyordu, annesi kızına:
— Sen zaten orada çalışıyorsun. Git bak, sarayda neler oluyor, sandığı ne yaptılar, öğrenip gel de bana bildir, dedi.
Sarayda sandık açılmış ve içerisinde nur topu gibi bir erkek çocuk olduğu ortaya çıkmıştı. Bunun üzerine Firavun'un karısı saliha ve mü'mine bir kadın olan Asiye kocasına şöyle bir teklifte bulundu:
— Bu yavrucak bana ve sana bir göz aydını olur, bunun hayatına kıymayınız. Belki bize bir faydası dokunur, yahud evlâd ediniriz!
Zira kendilerinin de bir çocukları yoktu. Firavun da onun bu fikrine iştirak etti. Böylece Hazreti Musa'ya dokunulmadı.
Hazreti Âsiye çocuğa süt verecek bir anne bulunmasını istedi. Ancak çocuk, getirdikleri süt annelerinden hiç birisinin memesini ağzına almıyordu. Bu sebeple Âsiye çocuğun hayatından endişe etmeye başladı. O zaman Hazreti Musa'nın sarayda hizmetçilik yapan kız kardeşi ki, onlar bunu bilmiyorlardı, dedi ki:
— Size onu emzirecek bir kadın bulayım mı?. Bunun üzerine:
— Acele o kadına söyle, diye emir verdiler.
Kız koşup annesini saraya alıp getirdi. Annesi oğlunu görünce rengi değişti, kalbi heyecandan çarpmaya başladı, ancak kimsenin farkına varmaması için kendine hakim oldu. Çocuğu kucağına alıp da kendisine memesini verince, Hazreti Musa derhal emmeye başladı. Böylece Allahü Teâlâ Hazreti Musa'yı annesine tekrar iade ediyordu.
Allahü Teâlâ hikmeti icabı Firavun'un en büyük düşmanını ona kendi kucağında büyüttürdü ve Hazreti Musa olgunluk çağına erişti. Kendisine bir hakimiyet ve ilim ihsan etti. Çünkü O, muhsinlere böyle mükâfat verir.
Hazreti Musa bir gün Saraydan çıkarak şehre indi. Orada giderken ahalisinin bir gaflet arıma rastladı ki, iki kişi biribirleriyle kavga ediyorlardı. Bunlardan birisi Hazreti Musa'nın kavmi olan İsrail Oğullarından, diğeri ise düşmanlarından yani Firavun'un itibar ettiği topluluktan idi.
Bunun üzerine kavminden olan kimse, düşmanından olan kimseye karşı Hazreti Musa'dan yardım talebinde bulundu. Hazreti Musa da bu istek üzerine hemşehrisinin hasmına bir yumruk indirdi ve adamın ölümüne sebep oldu.
O anda Hazreti Musa bu yaptığından dolayı nedamet duydu ve Allah'a sığınarak:
— Bu olan Şeytanın işîndendir, O cidden şaşırtıcı ve açık bir düşmandır. Ey Rabbim! Doğrusu ben nefsime yazık ettim, artık mağfiretinle benim kabahatimi ört. Muhakkak senin lütfün daha büyüktür! diye niyazda bulundu.
Allahü Teâlâ da kendisini mağfiret buyurdu. Çünkü hakikaten O, öyle Gafur ve öyle Rahîm'dir.
Hazreti Musa da:
— Ey Rabbim! Bana olan bu nimetlerin hakkı için artık mücrimlere, suçlulara asla yardımcı olmam, dedi.
Fakat bu yaptığının bilinmesi endişesinden Saraya dönmedi ve korku içinde şehirde sabahladı. Olup bitenin neticesini gözetirken bir gün önce kendisinden yardım isteyen israil Oğullarına mensub o adam yine bir başkasıyla kavga ediyor ve mağlup vaziyette yine yardım için feryad ediyor gördü.
Hazreti Musa o kimseye:
— Sen besbelli bir yaramazsın, dedi ve yine kendisine hakim olamayarak, o hasmı yakalayıvermek isteyince, adam:
— Ey Musa, dün bir adamı öldürdüğün gibi beni de öldürmek mi istiyorsun, ara düzelticilerden olmak istemeyip de yer yüzünde zorba mı olmak istiyorsun? dedi.
Bunun üzerine Hazreti Musa suçunun başkaları tarafından da duyulduğunu anlayarak daha fazla endişe etmeye başladığı sırada, şehrin öte başından bir adam koşarak geldi Ve:
— Ey Musa! Haberin olsun heyet, seni işlediğin suçtan dolayı öldürmek için hakkındaki emri müzakere ediyorlar, hemen çık! Ben cidden senin hakkında hayırla düşünenlerdenim, dedi.
Hazreti Musa derhal oradan korku ile gözeterek ayrıldı ve:
— Ey Rabbim, kurtar beni bu zalim kavimden! diye dua etti. Musa Aleyhisselâm bu hadiseden sonra Mısır'dan çıkıp doğuya çöle doğru yöneldi ve:
— Ola ki, Rabbim beni düz yola çıkarır, diye temenni etti.
Bu halde bir memleketten diğer bir memlekete intikal ederken Medyen beldesine vardı.
Yolculuk esnasında hayli bitkin düşmüştü. Medyen suyunun başına vardığı zaman burada koyunlarını sulayan bir küme insan gördü. Bunların yanı sıra koyunlarını otlatan ve bu insanların yanına yaklaşmayan iki kız kardeş buldu.
Bu insanlardan sakınan genç kızlara:
— Derdiniz nedir? Niçin siz de koyunlarınızı sulamıyorsunuz? diye sordu.
Onlar:
— Biz iki genç kızız, erkeklerin yanına yaklaşamıyoruz. Onlar koyunlarını sulayıp çevirdikten sonra biz de koyunlarımızı sulayabiliyoruz, diye cevap verdiler.
Hazreti Musa ise:
— Peki, iki genç kızsınız da neden koyun otlatmakla meşgulsünüz? diye sordu. Kızlar:
— Bizim babamız ihtiyar bir kimsedir. Onun için koyunları biz otlatıyoruz, dediler.
Bunun üzerine Hazreti Musa kalkıp onların koyunlarını suladı. Kızlar bulundukları yerde bekliyorlardı. Bu alâkasından dolayı onlar memnun oldular ve kendisine teşekkür ettiler, gittiler.
Hazreti Musa gölgeye çekildi ve:
— Ey Rabbim, ben cidden bana indirdiğin hayırdan dolayı bir fakirim, diye dua etti.
Derken biraz sonra iki kız kardeşten biri edep ve haya içerisinde yürüyerek Musa aleyhisselâma geldi ve:
— Babam seni davet ediyor, bize su çekiverdiğin, koyunlarımızı suladığından dolayı size karşılığını ödemek için sizi istiyor, dedi. Hazreti Musa kalktı ve o genç kızla beraber davet edilen yere gitti.
Kızın babası, Hazreti Musa'ya kim olduğunu, ne sebeple Medyen'e kadar geldiğini sordu, o da başından geçen hadiseleri anlatınca:
— Korkma! Kurtuldun o kavimden, o zalimlerden, dedi.
Bu zât Allah'ın Peygamberi Şuayb aleyhisselâm'dan başkası değildi.
Kızlardan birisi babasına:
— Babacığım, onu ücretle tut! Çünkü o, tuttuğun ecirlerin en hayırlısı, kuvvetli ve güvenilir bir kimsedir, dedi. Şuayb aleyhisselam da Hazreti Musa'ya:
— Haberin olsun, ben şu iki kızımın birini sana nikahlamak istiyorum. Ancak sen de sekiz sene benim koyunlarımı güdersen ki, eğer bu müddeti on seneye doldurursan o da senin lütfundandır. Bununla beraber seni zorlamak istemiyorum. Eğer kabul edersen inşaallah beni salih kimselerden bulacaksın!, dedi.
Hazreti Musa da:
— Benimle senin aramızda, iki müddetin her hangisini ödersem, demek benim aleyhime husûmet etmek yok. Allah bu anlaşmamız üzerine vekilimizdir, dedi. Ve genç kızlardan biriyle evlendi. On sene Hazreti Şuayb'ın hizmetinde bulundu.
Hazreti Musa, Şuayb aleyhisselamın yanında anlaşmadaki süreden daha fazla olarak kaldıktan sonra, ailesiyle birlikte Medyen'den ayrılıp Mısır'a doğru yola çıktı. Mevsim kış idi. Şam meliklerinden çekindiği için başka bir yol seçmişlerdi. Ancak zevcesi hamile olup yolda kır sahalardan geçtiğinden yolculukları zahmetli oluyor, hattâ yollarını şaşırıyorlardı. Bu yürüyüş onları karanlık, soğuk ve karlı bir gecede Tur dağının sağında garb tarafına sevketmişti. Çakmak taşı çakmayıp her türlü vâsıtanın kesildiği böyle bir çaresizlik içerisinde bulundukları bir anda Hazreti Musa Tur dağı tarafından bir ateş gördü.
O vakit ailesine:
— Durun, benim gözüme bir ateş ilişti. Her halde ben, size ondan bir haber getireceğim yahut bir parça alırım, da ocak yakar ısınırsınız, veyahut da bir kılavuz bulurum, dedi.
Ateş gördüğü yere vardığı zaman ise Hazreti Musa'nın kendine nazaran, vadinin sağ kıyısındaki arzda ağaçtan şöyle nida olundu:
— Ey Musa, haberin olsun benim, ben Rabbin, âlemlerin Rabbi Allah. Hemen pabuçlarını çıkar. Çünkü sen mukaddes Tuvâ vâdisindesin. Ben seni Peygamber olarak seçtim. Şimdi sana verilecek vahyi dinle. Hakîkaten benim, ben Allah, benden başka ilâh yok. Onun için bana ibâdet et ve zikrim için namaz kıl. Çünkü kıyamet muhakkak gelecek. Ben, hemen hemen onu gizliyorum ki, her nefis ameliyle cezalansın. Binaenaleyh sakın ona inanmayıp da kendi hevasına uyan kimse seni ondan alıkoymasın, sonra helak olursun!
Hazreti Musa bu nidayı işitince vücudu sarsıldı, kalbi yerinden oynadı, sessiz ve hareketsiz bir vaziyette olduğu yerde kalakaldı. Aynı sesin sahibi yine:
— O sağ elindeki de ne ey Musa? diye sordu. Hazreti Musa:
— O, asam; üzerine dayanırım ve onunla davarlarıma yaprak çırparım. Benim onda daha başka hacetlerim de vardır, diye cevap verdi.
Allahü Teâlâ:
— Bırak onu ey Musa! buyurdu. Hazreti Musa bırakınca bir de baktı ki, o asa bir yılan olmuş kıvrılarak koşuyor. Allahü Teâlâ:
— Tut onu, korkma! Biz onu önceki suretine iade edeceğiz. Bir de elini koynuna sok, çıksın bembeyaz bir âfetsiz diğer bir mucize olarak ki, sana en büyük âyetlerimizden gösterelim. Git o Firavun'a. Zira o pek azdı, buyurdu.
Musa aleyhisselâm:
— Ey Rabbim, benim göğsüme genişlik ver, bana işimi kolaylaştır, dilimden düğümü çöz ki, sözümü iyi anlasınlar. Bana ehlimden bir peygamber de ver; Kardeşim Harun'u. Onunla arkamı sağlamlaştır, onu işimde ortak et ki, seni çok teşbih edelim ye çok zikreyleyelim. Şüphe yok ki, sen bizi görüp duruyorsun! dîye niyazda bulundu. Allahü Teâlâ:
— Haydi, erdirildin dileğine ey Musa! Şânım hakkı için biz lütfetmiştik sana diğer bir defa daha. O vakit ki, anana şu verilen ilhamı verdik: Onu tabut içine koy da suya bırak. Su onu sahile bıraksın, ki hem bana hem ona düşman biri alsın. Ve üzerine benden bu sevgi koydum ki, hem de nezaretim altında yetiştirilesin. O vakit hemşiren gidiyor ve diyordu.: «Ona iyi bakacak birini buluvereyim mi sise?» Bu sûretle seni anana iade ettik ki, gözü aydın olsun da mahzun olmasın. Hem bir adam öldürdün de seni gamdan kurtardık ve türlü sıkıntılarla seni imtihan ettik. Bu sebeple senelerce Medyen Ehli içinde kaldın. Sonra da bir kader üstüne geldin ey Musa! Ben seni kendim için yetiştirdim. Git âyetlerimle sen ve kardeşin. Ve benim zikrimde gevşeklik etmeyin. Firavun'a gidin. Çünkü o pek azdı. Varın da ona, belki dinler veya korkar diye yumuşak dille söyleyin! buyurdu.
Hazreti Musa:
— Ey Rabbimiz, korkarız ki, Firavun bize şiddetle saldırır, yahut azgınlığını artırır, dedi. Bunun üzerine Allahü Teâlâ:
— Korkmayın! Çünkü ben sizinle beraberim, işitirim ve görürüm. Haydi varın da ona deyin ki, haberin olsun biz Rabbinin peygamberleriyiz, artık İsrail Oğullarını bizimle gönder ve onlara azâb etme, sana Rabbinden bir âyetle geldik, selâm doğruya tabî olanadır! buyurdu.
İlâhî hitab sona erince Hazreti Musa heyecanla geldi, gördüklerini ve işittiklerini zevcesine anlattı ve kardeşi Harun aleyhisselâm ile beraber bu vazifeyi yerine getirmek için Firavun'a gideceklerini bildirdi.
Hazreti Musa kardeşi Harun aleyhisselâma vardı ve Tur dağında kendilerine tevdî edilen ilâhî emri tebliğ ettikten sonra beraber Firavun'un yanına gittiler.
Hazreti Musa ile Hazreti Harun Firavun'un yanına girince, Musa aleyhisselâm açık ve düzgün bir dil ile tebliğe başladı:
— Biz âlemlerin Rabbi ve senin de Rabbin olan Allahü Teâlâ'nın peygamberleriyiz, İsrail Oğullarına eziyet etmekten vaz geç ve onları bizimle beraber serbest bırak! Allahü Teâlâ bizi sana bu emrini tebliğ için gönderdi. Her halde azâb yalanlayıp yüz çevirenedir, dedi.
Bunun üzerine Firavun, Hazreti Musa'ya:
— Seni çocukken biz büyütmedik mi? Hem bizde ömründen senelerce kaldın. Hem de yaptığın o kati işini işledin. O halde sen o nankör kâfirlerdensin! dedi.
Musa aleyhisselâm:
— — Evet, o adamı öldürdüğüm zaman şaşkınlardandım. Bu sebeple sizden korktum ve içinizden kaçtım. Derken Rabbim benim hakkımda hüküm ihsan etti, mağfiret buyurdu ve beni peygamberlerden biri olarak gönderdi. O başıma kakdığın bir nimet de İsrail Oğullarını kul, köle edinmiş olmandır, diye cevap verdi.
Firavun:
— Âlemlerin Rabbi de nedir? diye sordu. Hazreti Musa da:
— Göklerin ve Yerin ve bütün aralarında bulunanların Rabbidir. O, eğer siz yakîn ehli iseniz, dedi. Firavun etrafındakilere:
— Dinlemez misiniz? Sizin inandığınız Rabbinizin ve evvelki atalarınızın Rabbi, diye söyledi! Her halde size gönderilmiş olan peygamberiniz mutlak mecnûn, dedi. «Peygamberiniz» derken de istihza edasıyla söylemişti.
Bunun üzerine Hazreti Musa:
— O, Maşrik ve Mağribin ve bütün aralarındakilerin Rabbidir, eğer siz akıl sahibi iseniz, diye cevap verdi. Firavun:
— Yemin ederim ki, eğer benden başka bir ilâh kabul edersen seni mutlak ve muhakkak o zindandakilerden ederim, dedi.
Hazreti Musa:
— Yâ! Sana apaçık isbat edecek bir şey getirdi isem de mi? Firavun:
— Haydi, getir onu bakayım eğer doğru söyleyicilerden isen? dedi.
Bunun üzerine Hazreti Musa asasını yere bırakıverdi ve o apaçık bir ejderha kesiliverdi. Bir de elini çekti çıkardı, o da bakan kimselere karşı bembeyaz oluverdi.
Firavun etrafında bulunan devlet adamları cemaatına:
— Bu, her halde çok usta bir sihirbazdır. Sihriyle sizi yerinizden çıkarmak istiyor. Binaenaleyh bunun hakkında ne emir verirsiniz? dedi.
Onlar da:
— Bunu ve kardeşini alıkoy, şehirlere de derleyici kimseler yolla ki, bütün bilgiç ve sihirbazları getirsinler. Bakalım kim galip gelecek, görelim, diye cevap verdiler.
Nihayet varılan karar üzerine toplanan sihirbazlar Firavun'a geldiler ve hep beraber devlet adamları ve halkın gözü önünde Hazreti Musa ve Hazreti Harun ile üstünlüklerini isbat için hazır oldular. Firavun halka hitaben:
— Siz de hazır mısınız, sanırız biz sihirbazlara tabî olacağız. Eğer ki, onlar galib gelirlerse, dedi. Sihirbazlar Firavun'a:
— Bizler galib gelirsek bize büyük mükâfaat var mı? diye sordular.
Firavun da:
— Elbet vereceğim, hem o zaman siz muhakkak benim yanımda makam ve mevkilere de kavuşacaksınız, dedi. Daha sonra sihirbazlar Hazreti Musa'ya:
— Biz mi başlayalım, yoksa sen mi önce başlarsın? dediler. Hazreti Musa:
— Siz atın ortaya, ne atacaksanız, diye cevap verdi.
Bunun üzerine sihirbazlar hemen iplerini ve sopalarını attılar ve:
— Firavun'un izzeti hakkı için biz galib geleceğiz elbette! dediler.
Sihirbazlar ortaya attıkları bu sopalar ve iplerle aslı olmadık hayaller gösterdiler ve gözlerini boyayarak halka son derece dehşet ve korku verdiler, öyle olmuştu ki, iri iri halatları, uzun uzun sırıkları ve sopaları ortaya atıp bütün vadiyi sanki biribirine binmiş, sarmaş dolaş olmuş hareketli yılanlarla dolmuş gibi müthiş bir manzara içerisinde gösterdiler. Bunun sırn civa idi ki, ağaçtan ve ipten yapılmış bir takım iplerin ve sopaların içlerine hususî surette civa doldurulmuş, zeminin ve güneşin hararetiyle civa ısındıkça bunlar oynayıp kıvrılarak hareket ediyorlar ve ortalıkta dehşetli bir çok yılan manzarası arzediyorlardı.
Bu manzara karşısında Musa aleyhisselâm da bir an korkuya kapılmış ve sihirbazlara mağlûb olacağını zannetmişti. Fakat Allahü Teâlâ kendisine endişe etmemesini ve onlara karşı kendisinin galib geleceğini vahyederek:
— Elindeki asanı yere koyuver! buyurdu.
Bunun üzerine Hazreti Musa asasını yere koyuverince bir de ne görsünler, Musa'nın asası onların bütün küçüklü büyüklü uydurma yılanlarını yutan ve toplayan bir ejderha oluvermiş ki hepsini silip süpürüyor.. Böylece Firavun ve adamları halkın huzurunda Allah'ın Resulüne karşı mağlûb oldular ve kendilerini zelîl eden bir inkilâba uğradılar. Çünkü o ümid bağladıkları sihirbazlar da bu bâtıllarını yok eden hakikat karşısında yıkılıp secdelere kapandılar ve hakkın tesiriyle kendilerini tutamayarak yüzü üstü yatıp:
— Âlemlerin Rabbine, Musa ve Harun'un davet ettiği Rabbe iman ettik! dediler.
Sihirbazların bu hareketiyle İsrail Oğullarından bir çokları da îman edince, bu durum karşısında Firavun iyice küplere bindi ve:
— Ben size izin vermeden evvel ona îman ettiniz öyle mi? Anlaşıldı ki, o size sihri öğreten büyüğünüzmüş. Şüphesiz ki, bu bir hile ve bu hileyi siz müsabaka meydanına çıkmazdan önce beraberce şehirde aranızda plânladınız, birleşip böyle yapmayı kararlaştırdınız ki, asıl ahalisini Mısır'dan çıkarasınız.
Firavun Hazreti Musa'nın mucizesi hakkında uydurduğu sihir şüphesi üzerine yapılan tecrübe ve imtihan neticesinde hakkın açığa çıkması üzerine kendisinin mağlûb olup küçük düştüğünü ve davet ettiği sihirbazların da hakka teslim olarak îman ediverdiklerini görünce derhal bunun bir hile olduğunu ortaya attı ve şu tehdidi ilâve etti:
Şimdi yakında anlayacaksınız; bu hilenize karşı size neler yapacağım. Elbette ve elbette ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazına kestireceğim, sonra hepinizi elbette ve elbette çarmıha gerdireceğim!
Bu tehditler îman kalblerine yerleşmiş bulunan sihirbazlar üzerinde hiç bir korku tesiri uyandırmadı ve Firavun'a şöyle cevap verdiler:
— Biz şüphe yok ki, nihayet Rabbimize döneceğiz, senin tehdidinle hak olan ölümden korkacak değiliz, bunu biz Rabbimize dönmek için bir minnet sayarız.. Halbuki sen bizden hiç bir sebeple değil, ancak Rabbimizin âyetlerine bize geldiğinde îman ettiğimizden dolayı intikam almaya kalkışıyorsun..
Firavun'a karşı metanetle böyle cevap verdikten sonra Allahü Teâlâ'ya iltica edip:
— Ey Rabbimiz, bize su gibi her tarafımızı kaplayacak, şirk ve küfür, hile ve isyan nankörlüklerinden yıkayacak, temiz tutacak büyük ve feyizli bir sabır ver. Ve canımızı müslüman olarak al! diye dua ettiler.
Firavun'un maiyetindeki devlet adamları ise, kendisine: — Sihirbazları asıp kesip de Musa'yı ve kavmi olan İsrail Oğullarını bırakacak mısın ki, arzda fesad çıkarsınlar, seni ve ilâhlarını terk etsinler? diye Firavun'u körüklediler.
Firavun da cevaben:
— Onların oğullarını yine fazlasıyla öldürür, kadınlarını da bırakırız. Hiç şüphe etmeyin ki, biz onlardan üstünüz. Onlara eskisi gibi dilediğimizi yapmaya muktediriz, dedi.
Buna karşılık Musa aleyhisselâm kavmi, Firavun'un bu tekrar büyük katle girişeceği haberi üzerine telâşa kapılınca onlara şu iki emri ve müjdeyi vererek: — Allah'a sığının. Çünkü Allah dilemeyince hiç kimse bir şey yapamaz. Firavun'un zulmü karşısında da Allah neden yapacağını yapmıyor diye acele de etmeyin, sabredin. Arz Allah'ındır, Binaenaleyh Mısır da onundur. Onu kullarından kime dilerse miras kılar. Akıbet ise saygısızların değil, Allah'dan korkanlarındır, dedi.
Firavun Hazreti Musa'ya îman edenlere karşı muhtelif zulümler plânlarken, Allahü Teâlâ da kendisine inanan bu kullarını o zalimden muhafaza etmek için çeşitli belâlara musallat kıldı. Bu Âfetler Firavun'un israil Oğullarına karşı tatbik etmek istediği bu zulüm sırasında meydana geliyor, her yeni bir kötülük sırasında yeni bir âfet onu bu hareketinden alıkoyuyordu.
Önce sekiz gün geceli gündüzlü şiddetli bir karanlık içerisinde hiç kesilmeksizin yağmur yağmış, kimse evinden dışarı çıkamamış, sel evlerine dolmuş, boğazlarına kadar su içinde kalmışlar, aralarında israil Oğullarının hanelerine ise bir şey olmamış, bu şekilde Mısır bir hafta müddetle deniz gibi olmuş, hiç bir şey yapamamışlardı. Bu boğulma tehlikesi altında Musa aleyhisselâma müracaat edip:
— Rabbine dua et, bu belâyı başımızdan kaldır da sana îman edelim, demişler, Hazreti Musa da dua etmiş ve tehlike bertaraf olmuştu. Fakat bundan sonra nebatat öyle fışkırmış ki, arazide misli görülmedik bir bereket husule gelmiş, bunu görünce de:
— Bizim korktuğumuz şey bir musibet değil, hakkımızda bir hayırmış, diyerek îman etmemişlerdi.
Bunun üzerine Allahü Teâlâ onlara çekirge sürüleri göndermiş, mahsullerini ve meyvelerini yiyerek, evlerine, tavanlarına, elbiselerine kadar sarmış, yine Musa aleyhisselâma gelip feryâd etmişler, aynı şeyleri söylemişlerdi. Allahü Teâlâ da bir rüzgâr göndermiş, çekirgeleri sürüp denize dökmüştü. Bakmışlar ki geri kalan mahsulleri kendilerine yetecek:
— Eh, bu kalan bize kâfi gelir, diyerek yine îman etmekten kaçınmışlardı.
Bunun üzerine Allahü Teâlâ onlara bit ve haşeratı musallat kılmış, bunlar çekirgeden arta kalan şeyleri yemeye ve elbise ve bedenlerine kadar girerek derilerini emmeye başlamıştı.
Hazreti Musa'ya üçüncü defa müracaat ederek, bunların kaldırılmasını istemişler ve Allah'ın emriyle o da kalkmıştı. Ancak îman etmemişler ve:
— Artık senin bir sihirbaz olduğunda şüphemiz kalmadı, demişlerdi.
Bunun üzerine deniz tarafından gayet yoğun bir karaltı çıkmış ve neticesinde kurbağalar başlarına yağmaya başlamıştı. Öyle ki, yerleri, yurdları kurbağa ile dolmuş, her hangi bir örtü ve yiyeceğe el uzatsalar kurbağa çıkar ve ağızlarına burunlarına atılırmış. Tekrar dördüncü defa olarak Hazreti Musa'ya müracaat etmişler, o da kendilerinden îman edeceklerine dair kuvvetli ahd alarak Allahü Teâlâ'ya dua etmiş ve bu âfet de bir yağmurla sürüp denize dökülmüş ve bertaraf edilmişti.
Lâkin Firavun ve tabileri yine ahidlerini bozmuşlar, fesad ve küfürden ayrılmamışlardı. Bunun üzerine Allahü Teâlâ kendilerine yeni bir belâ olarak kan göndermiş, içecekleri, kullanacakları sular kan olmuş kalmış, birisi bir İsrail Oğlunun ağzından bir yudum su sormak istese o bile kan kesilirmiş veyahut devamlı olarak burunlarından kan fışkırmıştı. Bu durum karşısında yine Musa aleyhisselâma müracaat etmişler ve onun duâsıyla bu âfetten de kurtulmuşlardı.
Bu âfetlerin her biri ayrı ayrı birer açık mucize idi. Her biri Hazreti Musa'nın doğruluğuna, Allahü Teâlâ'nın kudretinin kemaline ve Firavun'un kavminin helâkına doğru gittiğine ve hakkı hakikati bir an evvel anlayıp Allah'a îman etmeleri lâzım geldiğine delâlet eden açık deliller idi. Onlar buna rağmen kibirlendiler, îman etmeye yanaşmadılar. Bunlar böyle mücrimler sürüsü bir kavim idiler. Öyle ahlâksız bir kavim ki, tepelerine belâ indi mi:
— Ey Musa, Rabbine sana verdiği ahd ve peygamberlik ile bizim için dua et, yemin olsun sana îman edeceğiz ve İsrail Oğullarını seninle beraber mutlak ve mutlak göndereceğiz, derlerdi. Ancak erişecekleri yeni bir belâya kadar o musibet üzerlerinden kaldırılınca derhal ahidlerini bozarlar, o kurtarılışı ebedî sallarlar ve âfetin biri gidince birinin tekrar geleceğini düşünmezlerdi. Böylece ilk fırsatta sözlerinden dönerler, ahidlerinden cayarlardı. Bunlar böyle ahlâksız bir kavim idiler.
Firavun ve kavminin Hazreti Musa ile onun kavmi olan israil Oğullarına karşı yaptıkları zulümlerden, Allahü Teâlâ kendilerini tamamen halâs etmeyi murad edince Musa aleyhisselâma:
— Kullarımı gece Mısır'dan yürüt. Çünkü takip edileceksiniz! diye vahyetti.
Bunun üzerine Hazreti Musa ve Harun aleyhisselâm, israil Oğullarına gizlice Mısır'dan çıkmak üzere hazırlanmalarını emrettiler. Nihayet bir gece gizlice yola çıktılar. Firavun durumu öğrenmiş ve büyük bir öfke ile onların takip edilmeleri için asker toplamaları hususunda şehirlere adamlar göndermişti. Ve arkalarına düştü. Takip neticesinde Hazreti Musa ve İsrail Oğulları, Kızıl Deniz'e vardıkları zaman güneş doğmuştu. Firavun da askerleriyle birlikte onlara yaklaşmıştı.
Firavun'un askerlerini gören israil Oğulları hemen telâşa kapılarak:
— Eyvah, yakalandık! dediler ve korkmaya başladılar.
Musa aleyhisselâm ise:
— Hayır, asla, Rabbin muhakkak benimledir, bana kurtuluş yolunu gösterecektir, dedi, Bunun üzerine Allahü Teâlâ, Hazreti Musa'ya:
— Asan ile vur denize! diye vahyetti. Musa aleyhisselâm Kızıldenize vurunca deniz infilâk etti her parçası koca bir dağ gibi kara oluverdi. Firavun ve askerleri de onlara tam yaklaşmıştı ki, israil Oğulları Allahü Teâlâ'nın denizden açtığı bu yoldan geçip kurtulurlarken onlar da, «biz de geçeriz» diye ümitlenmişlerdi. Ancak âkibet umdukları gibi olmadı ve Allah'ın Peygamberine ve ona inananlar topluluğuna çeşitli zulümleri reva gören Firavun ve adamları denizin ortasına düşüp hepsi boğularak helak olmaktan kurtulamamışlardı. Şüphesiz bunda Allahü Teâlâ'nın sayısız âyetleri vardır.
Hazreti Musa denizi geçtikten sonra Allahü Teâlâ tarafından vadolunan kitap için tayin edilen bir vakit olmak üzere Zilkâde'nin başından Zilhicce'nin onuna kadar gündüzüyle devam eden bir ay on günlük bir münacâata çıktı ki, bunu Tur dağında oruçlu olarak geçirmiş ve nihayet münacaat ile bazı ilâhî kelâmlara mazhar olup Tevrat'ın levhaları kendisine indirilmişti. Bu kırk gece, aylar geceden başlayıp gün ile sayılmadığı için böyle isimlenmiştir. Bunda diğer bir mânâ daha vardır ki, ilâhî tecellîler fecir gibi daima geceleri takip eder.
Bursa'lı İsmâil Hakkı Hazretleri der ki:
— Tarikat ehli, kırk gün sülûkü bu hâdiseye delâlet eden âyetlerden almıştır.
Dilimizdeki «çile» tabirinin de aslı budur. Farsça'nın «çil, çihil» kelimesinden bir kırk demektir.
İşte Hazreti Musa İsrail Oğullarını denizden geçirdikten sonra Tur'da ilâhî emir ile çile çıkarırken arkasında israil Oğulları Samirî isimli birinin delaletiyle buzağıya tapmaya başlamışlardı ki, ne kadar haksız bir nankörlüktür. Bununla beraber Allahü Teâlâ'nın bir lütfü olarak ilâhî afva uğradılar.
İsrail Oğulları daha sonra da Allahü Teâlâ'nın bir çok nimetlerine kavuşmuşlar, ancak zaman zaman bunlara da nankörlükte bulunmuşlardır. Fakat bu nankörlüklere rağmen Allah'a ve peygamberlerine îman edip onun nimetlerine daima şükürde bulunan bir muhlisler zümresi devam edegelmiştir. Bunda da akıl sahipleri için sayısız ibretler vardır.
(Kasas, Enbiyâ, Sâffat, Şuarâ, Gafir, Ahzab ve Fürkan Sûreleri)
Kaynak: Hikaye-Öykü-Masal Arşivi: www.hikayearsivi.net
|
|
|
|
|
|
|